TMMOB İZMİR İKK: DÜNYA NÜFUSUNUN YÜZDE 11’İ AÇLIKLA MÜCADELE EDİYOR
TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu, 16 Ekim Dünya Gıda Günü dolayısıyla bir basın toplantısı gerçekleştirdi.
Ziraat Mühendisleri Odası İzmir Şubesi’nde düzenlenen basın toplantısında TMMOB İzmir İKK adına Gıda Mühendisleri Odası İzmir Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Uğur Toprak konuştu. Toprak, açıklamasında Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) kuruluş tarihi olan 16 Ekim, Dünya Gıda Günü olarak kutlandığını ifade ederek, “Her yıl FAO tarafından belirlenen bir tema çerçevesinde yapılan Dünya Gıda Günü etkinliklerinde, gıda üretimi, tüketimi ve gıda güvencesine ilişkin konular gündeme taşınarak küresel anlamda büyük önem arz eden açlık ve açlıkla mücadeleye dikkat çekilmeye çalışılmaktadır. Dünya Gıda Günü’nde dünyadaki açlık problemlerinin belirlenmesi ve çözüm yollarının gösterilmesi, ülkeler arasındaki gıda üretimi birlikteliği ile gıdaların üretimi-tüketimi ve satış noktalarındaki hijyen ve sanitasyon etkinliğinin sağlanması, yeterli ve dengeli beslenmenin öneminin belirtilmesi ve bu konularda farkındalık yaratılması, herkesin güvenli ve besleyici gıdalara ulaşmasına katkı sunulması amaçlanmaktadır” dedi.
BM‘nin raporuna göre dünya nüfusunun yüzde 11’ini oluşturan 821,6 milyon insanın açlık çektiğini ifade eden Uğur Toprak, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Açlık oranının en yüksek olduğu yer Afrika Kıtasıdır. Kıta genelinde her beş kişiden biri, Doğu Afrika‘da ise her üç kişiden biri açtır. Rapora göre Afrika nüfusunun yüzde 20‘si, Asya nüfusunun ise yüzde 12‘den fazlası aç görünürken, Latin Amerika ve Karayipler‘de bu oran yüzde 7‘nin altındadır.
Açlığın, özellikle ihracat ürünlerine bağımlı, orta gelirli ve ekonomik büyümenin gerilediği ülkelerde arttığı görülmektedir. Her kıtada kadınlar erkeklerden daha çok açlık çekmektedir. Kadın erkek açlığı oranı arasındaki farkın en büyük olduğu yer ise Latin Amerika ülkeleridir. Bununla birlikte dünya genelinde yaklaşık 149 milyon çocuğun açlıkla bağlantılı gelişim sorunları yaşadığı rapor edilmektedir.
İklim değişikliği ve kuraklık gibi doğal afetlerin yanı sıra, gelişmiş ülkelerin tarımsal ürün ticaretindeki korumacı politikaları, gıdaya olan talebin artması, tarımda girdi fiyatlarının yükselmesi, tarım sektörüne yeterli yatırımın yapılmaması, tarım ürünlerinin biyoyakıt üretiminde kullanılması gibi birçok etken dünyada açlık ve yetersiz beslenmeye neden olmaktadır.
Günümüz dünyasında, tarımsal aktivitelerin şirketler tarafından yönlendirilir duruma gelmesi önemli bir ekonomi stratejisidir. Dünyada bu üretim anlayışının hâkim olmasıyla açlık ve yetersiz beslenme ortaya çıkmaktadır.
Çağımız hastalığı aşırı ve lüks tüketim alışkanlığı, gıdaya adil ulaşmanın önündeki en büyük engellerden birini oluşturmaktadır. Aynı zamanda bu alışkanlık gıdada israfı beraberinde getirmektedir. Bu kadar aç insanın olduğu bir dünyada, üretilen gıda maddelerinin %10’unun tüketilmeyerek çöpe atılması anlaşılmayacak bir durumdur. Yılda yaklaşık 1,3 milyar ton gıda çöpe giderek heba olmaktadır. Sadece bu tüketilmeyen ya da tüketilemeyen, çöp olarak son bulan üretim fazlasıyla bile açlık çeken insanları doyurabilmek mümkündür.
Dünyada gıda konusunda kıtlık olmadığını, tarımsal üretimin toplam talebin üzerinde olduğunu, gıdaya erişimin sağlanamamasında temel sorunun adil olmayan gelir ve ürün dağılımının olduğunu dolayısıyla açlığın nedeninin yetersiz gıda değil temelde yoksulluk olduğunu vurgulamak gerekir.
Bugün itibariyle, hemen her alanda olduğu gibi gıda alanında da sayısı onu geçmeyen çok uluslu şirketler dünya piyasasına hâkim durumdadır. Küresel ölçekte dört şirket piyasayı tohumda %58.2, tarımsal kimyasallarda %61.9, gübrede %4.3, hayvansal ilaçlarda %53.4 oranında kontrol etmektedir. Hayvansal üretimde bu oranlar tavukçulukta %97, domuz ve sığırda ise yaklaşık %66 düzeyine ulaşmıştır.
Bu şirketlerden altı tanesi dünya tahıl ticaretinin %85’ini, sekiz şirket ise kahve satışlarının %60 ını kontrol etmekte, özellikle insanların temel besin ihtiyacı olarak bilinen mısır, pirinç, buğday ve soya gibi tarım ürünü gıda maddelerini hâkimiyetleri altına almak için de büyük savaşlar vermektedirler.
Ülkemizde ise 60’lı ve 70’li yılların planlı dönemlerinden sonra 24 Ocak ‘80 Kararları ve onun ardından gelen 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle birlikte tarımdaki desteklemelerin tarımsal üretimi artıracak ve kırsalda istihdam artışı sağlayacak şeklindeki yaklaşımından uzaklaşılmış, IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü’ nün zorlamaları doğrultusunda tarım ve gıdada köklü dönüşümler yaşanmıştır. EBK, SEK, Zirai Donatım Kurumu, TEKEL, Türkiye Şeker Fabrikaları, Azot Sanayi-Türkiye Gübre Fabrikaları ve Yem Sanayi gibi kamu iktisadi teşekküllerinin bir kısmı özelleştirilmiş, bir kısmı da kapatılmıştır. TMO gibi KİT’lerle birlikte, Tariş, Çukobirlik, Fiskobirlik gibi üretici kooperatif ve birliklerinin ise içi boşaltılarak işlevsizleştirilmiştir.
Bütün bunların sonucunda 80’lerden bu yana uygulanan neoliberal tarım politikaları bizi gıdada dışa bağımlı hale getirmiş, çiftçiler tarımsal üretimden vazgeçmeye başlamıştır. TÜİK verilerine göre ülkemizde her yıl ortalama bir milyonluk nüfus artışına rağmen 2002 yılında tarımda istihdam edilen nüfus 7 milyon 458 bin kişi yani çalışan nüfusun % 35’i iken bu dönemde, tarım sektöründe çalışan sayısı 5 milyon 480 bin kişiden 5 milyon 173 bin kişiye düşerek 307 bin kişi azalmış yani İstihdam edilenlerin yüzde 18,3’üne gerilemiştir.
Son on yedi yıldaki AKP hükümetleri döneminde uygulamaya konulan yanlış tarım politikaları sonucu çiftçi tarımdaki gücünü yitirmiş ve yoksullaşmıştır. Tarımda modernizasyon küçük tarımsal alanların birleştirilip, büyütülmesine ve dolayısıyla düşük gelirli topraksız köylülerin köylerini terk edip, kente göç etmesine neden olmuştur. Ülkemiz, küresel dünyada rekabet edebileceği tek silahını da kaybetmiş ve tarımda dışa bağımlı hale gelmiştir.
Türkiye, kuru kayısı, incir ve üzüm ile fındık dışında buğdaydan pirince, fasulyeden nohuda, mercimekten mısıra, soya fasulyesinden pamuğa, kuru ottan samana ve kırmızı ete kadar hemen tüm tarım ürünlerinin ithal edildiği bir ülke durumuna getirilmiştir.
Görüldüğü gibi bu koşullarda sağlıklı ve sürdürülebilir beslenmeyi herkes için ulaşılabilir kılmak oldukça zorlaşmıştır. Adil bir gıda dağılımı ve gıdaya erişim hakkının olabilmesi için; üretici doğru yöntemlerle desteklenip, üretim süreçlerinde tutulmaya çalışılmalı, tarımsal AR-GE‘ ye daha fazla yatırım yapılmalı, tarımsal ürün planlaması yapılarak israf önlenmeli, toprağı işlemede aile işletmelerine öncelik verilmelidir.
Kent kökenli endüstriyel devrim, gelişmekte olan ülkelerde kırsala doğru yayıldıkça gerek teknik açıdan, gerekse tüketilen besinler açısından küresel şirketlere olan bağımlılığı artırmıştır. Şirket tarımcılığı ve yeşil devrimin birlikteliğine daha sonra genetik uygulamalarla modifiye edilmiş ürünlerde katılmıştır. Genetiği değiştirilmiş bu organizmaların (GDO) tarımıyla başlayan üretim teknikleri dünyada adeta ikinci bir yeşil devrim olarak gösterilmiştir. Oysaki vahşi kapitalist neoliberal politikaların sonucu, kuraklık, tarımsal verimsizlik ve gıda azlığının GDO ile çözüleceği konusundaki zorlamalarla, tarımsal üretimin ekseni değiştirilmeye çalışılmaktadır. GDO’lu üretimle yapılmak istenen; avcı-toplayıcı göçebe toplumdan, yerleşik tarım yapan topluma geçiş ile başlayan, insanlık tarihi boyunca insanlığın ortak malı olmuş tohumların, bir kişi, bir isim, bir şirket adına tescillenerek sahiplenilmesi ve bunun hazırlanmış hukuki sözleşmelerle, ücreti karşılığında üreticiye satılıp, üreticinin bağımlı hale getirilmesidir. “Tescilli, patentli tohumu alırsan üretim yaparsın”anlayışı ülkelerin gıda egemenliğini yok eden bir anlayıştır.
Tarım alanlarımız yok ediliyor; zeytinlikler ve meralar çimento, mermer ocakları, altın ve gümüş madenciliği gibi toksik kimyasal kirlilik yaratan sanayi yatırımlarına açılıyor. Bebek mamalarında, pirinçte GDO çıkıyor. Sermayenin allayıp pulladığı “organik gıda” pazarının kâr payı büyüyor. Sağlıklı, doğal ve güvenli gıdaya ulaşmak büyük bir sorun haline geliyor. Gıda ve beslenme en temel sosyal haklardan biriyken bir lüksmüş gibi sunuluyor ve bu hakka erişim engelleniyor.
Son yıllarda gıda güvenliği alanındaki dikkat çekici gelişmelere rağmen, gıda kaynaklı hastalıkların küresel boyutu hâlâ kabul edilemez düzeydedir. Dünyada her yıl yaklaşık 600 milyon kişi (her on kişiden birine denk gelecek şekilde) kirli yiyecekleri yedikten sonra hastalanmakta ve bu grup içerisinden 420.000’i yaşamını yitirmektedir. Görüldüğü gibi bu rakam, gıda güvenliğinin, yaşamımızın ne kadar değerli bir parçasını oluşturduğunu daha iyi anlamamızı sağlayacaktır. Güvenilir gıda, yalnızca daha iyi sağlık ve gıda güvenliği için değil aynı zamanda geçim kaynakları, ekonomik gelişme, ticaret ve her ülkenin uluslararası itibarı için giderek daha çok önem taşımaya başlamıştır.
Yukarıda ifade edilenlerin doğrultusunda, sağlıklı ve sürdürülebilir beslenmeyi herkes için ulaşılabilir kılmak adına açlığın, yokluğun ve yoksulluğun son bulduğu, hakça adil bir paylaşımın olduğu, korkulardan, kaygılardan uzak, güvenli, sağlıklı, savaşsız, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya özlemiyle TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu olarak mücadelemize ara vermeksizin devam edeceğimizi kamuoyuna saygıyla duyururuz.”